21 Aralık 2009 Pazartesi

arayan bulur


ya büyük bi loser'ım ya da şu anda çalışmaktan gerçekten çok sıkılmış durumdayım.
londra'da götürdüğüm en hoş ve en cool beyefendi olan lee'nin fotoğrafını facebook'ta bulmuş bulunmaktayım.
bu da demek oluyor ki artık fotoğrafını çekemedim diye üzülmeme gerek kalmadı : )
i love you facebook.

18 Ekim 2009 Pazar

son gece / random gece

king size bed hayaliyle yanıp tutuşan bünyem (her ne kadar çok sevsem de) hostel'i terk etmek için dün geceki tüm alkollere rağmen çabuk harekete geçti.
hoşçakal st.christopher's village, hoşçakal bellushi's ve happy hour'lar, hoşçakal Mirca...
oteli bulmak sandığımdan da kolay oldu. oxford circus'a yürümeyle iki dakika mesafede tahmin ettiğimden de ihtişamlı bir bina.
odama yerleştikten sonra ilk işim tabii ki de nete girmek oldu. sonra güzel bir duş ve önümde acer buluşmasına kadar hala 2 saat var!
2 saatte sadece oxford circus turu atılır ve öyle de yaptım... önce volkan'la buluşup yemek yedik, sonra ben her nedense giydiğim topuklu ayakkabılarımı değiştirmek üzere otele döndüm ve yeniden kendimi oxford'a attım.
gezmeyi biraz fazla uzattığımın ve saatin 5 olduğunun farkına varmamla son gecem için güzel giyinemeyecek olmama üzülmeye başladım.
koşarak odaya çıkıp lee'nin kartını yanıma aldım ve Acer davetlileri olarak mamma mia! müzikalini izlemek üzere otobüsle yola çıktık.
önce sıkıcı mı sıkıcı bir kokteyl ortamına girip neyse ki Leicester Square'e çok yakın olan tiyatroya girdik. çoğu yeri eğlenceli bazı kısımları bayık show yaklaşık 2 buçuk saat sürdü.
bu arada daha otobüsteyken lee'ye bu akşamki planımı anlatan bir SMS atmıştım ve beş dakikada bir tam bir paranoyak gibi telefona bakıp iletilip iletilmediğini kontrol ediyordum.
2 saat sonra iletildiğinde de değişen bir şey olmadı ve ben volkanları bulmak üzere soho'ya doğru yürümeye başladım son gecem olmasının hüznüyle birlikte...
volkan ve londra'da yaşayan arkadaşı mehmet'le birliket soho bar'a girdik. neyse ki mehmet çok gazdı ve bize londra'da gecelerin ne kadar random yaşandığını kanıtlamak istiyordu (bilmediğim şey değil ya)
bardan bira alırken kendisi biriyle konuşmaya başladı ve kadere bakın ki konuştuğu insan da Acer için taa NYC'den gelmiş bir gazeteciydi ve o Mehmet'ten de gazdı!
mekan 2'ye doğru kapanınca elimizdeki olasılıklara bakmak için Soho'da dolanmaya başladık. içeride birkaç kişinin oturduğu minik mi minik bir pub'ımsı görüp içeri girdik ve oradaki ingiliz grubu "hadi bize bu saatten sonra gidebileceğimiz bir yer söyleyin" diye resmen darladık ve hatta gerdik.
biraz havadan sudan muhabbetten sonra (arada grupla alakasız ve çok sarhoş bir başka ingiliz genci elimi tuttu) oradan çıkıp arama / geceyi kurtarma çalışmalarımıza birlikte devam ettik.
restoranımsı bir yerin 6'ya kadar açık olduğunu duyunca ortama mortama bakmadan tereddütsüz daldılar (fikir danıştığımız taksicilerin strip club önerileri havada kalmış oldu böylece). 3 şişe şarap ve brit beyefendilere de kişi başı 4 şişe bira (ingilizleri çok sevdiğimi söylemiş miydim?) ısmarlanarak geceyi sürdürdük.
gel gör ki benim uykum tavan yaptı ve masada neredeyse uyuklamaya başlayıcna volkan'la kalkıp taksiyle otele döndük.
yine bir yurtdışı memleketinde yine bir taksi yolculuğumu hatırlamıyordum, neyse ki bu kez kusmadım...
daha sonra son londra gecemi de böylece bitirmek üzere, hep hayalini kurduğum kingsize bed'imdeki uykuma başladım.



17 Ekim 2009 Cumartesi

benim de david'i istanbul'da gezdireceğim bir dünya hayal ediyorum...

16 Ekim 2009 Cuma

and the last one is.... canadian

hostel'e giriş yaparken ilk kez resepsiyonda görüp kesmeye başladığım ve daha sonraki karşılaşmalarımızda da kesmeye devam ettiğim cool duruşlu herif bana "nasılsın?" demeseydi belki de sonuncu beni kilitlemeye çalışan bir cezayirli olacaktı :S
hemen muhabbete girdik ve aslında hiç de cool olmadığını hatta gayet sevimli olduğunu gördüm.
kendisi londraya gezmek için gelen bir kanadalı ve parası bitince hostelde çalışmaya başlamış, daha sonra avrupa'yı gezmeye devam edecekmiş (buraya da gelsin!) ben de böyle şeyler yaşamak istiyorum.
neden bilmiyorum ama (sanırım romdan) ona londraya geldiğimden beri 4 kişiyle yiyiştiğimi söylediğimde "ben de 5. olurum" diye tahmin etmesi çok da zor olmayan bir çıkarım yaptı.
hiç de süpriz olmayan bir biçimde cezayirlinin kötü bakışları arasında öpüşmeye başladık ve ona kötü haberi verdim.
"bu gece sex yok 'cause i'm bleeding"
evet yine başarmıştım önemli günlerde regl olmayı
ufak tefek sarhoş ısrarlarına rağmen sözümde durmayı başardım ve facebook'ta ekleşmek üzere isimlerimizi yazdık.
ne yazık ki kağıdı kaybetmişim :/ o da beni eklemediğine göre ya kaybetti ya da beni tamamen unuttu kimbilir.


i almost kissed barney stinson

hostel barına vardığımda ilk gözüme çarpan suited up bir biçimde barda etrafı kesen barney stinson modeli oldu. önce yanıma gelip sigara içti, daha sonra kumar makinesine daldı. ben bara geçtiğimde elinde tonlarca 1 pound'la barmene gelip onları bütün yapmasını istedi.
kumarda kazanan aşkta neden kazanmasın ki diye düşünerek ona bakıp gülümsedim ve tabii ki hemen muhabbet etmeye başladık.
çok sarhoş bir turistin 100 pound yatırdığı oyuna devam ederek parayı kazanan Lee bana "Let's get wasted with someone else's money" diye hayatta reddedemeyeceğim bir teklif sundu.
sonunda bir ingilizle hem de gayet tatlı bi tanesiyle konuşuyordum, ama ne yazık ki yarın işe gitmesi gerekiyordu.
hmm acaba onu biraz daha kalmaya ikna etmek için ne yapmalıydım? cevap çok zor olmasa gerek değil mi? :P
biraz samimi (!) bir hoşçakal seremonisinden sonra ikna kabiliyetim işe yaradı ve bu kez samimi seremonimize barda rom eşliğinde devam ettik.
daha sonra telefonunu vererek mekanı terk etti ve ertesi gün görüşmek üzere giderek beni barın sarhoş karaokeci gençliğiyle yalnız bıraktı.



b'lee'ding night

jack the ripper'ın izinden giderek, david eşliğinde doğu londra'yı keşfetmek üzere buluşma yerine vardım.
bu tur sabahki gibi bahşiş üzerinden işlemiyor, yani 9 pounds ödemek gerek.
ama iğrenç ölüm ve hayalet hikayelerine bayıldığımdan (tabii bi de david'e) ötürü koşa koşa tura katıldım. sonuçta 2 saatte 3 biradan fazla içeceğimi hesaplarsak aynı paraya geliyordu zaten...
önce soyluların halka açık idamlarının gerçekleştiği noktayı gördük, tower of london'ın kenarından yürüyerek benim zaten bildiğim hayalet hikayelerini dinledik.
sonra fakir suçluları gemilerle avusturalyaya sürdükleri iskeleyi gördük ve ortaçağda yapılmış duvarın içinden doğu londra'ya jack the ripper'ın mahallesine geçtik.
aslında turda çok da etkileyici şeyler yoktu, sonuçta bahsedilen yerlerin hepsi modern gökdelenlere dönüşmüştü, ama doğu londra'yı görme şansı bulmuş oldum en azından.
bu kadar yürüyüşten sonra gece için planım hostel barında takılmaktı iyi ki de yapmışım.
karaoke gecesi nedeniyle dopdolu olan barda yine yeni insanlar beni bekliyormuş.

keep on walking

kaldığım yerden devam:
genelde sarayları gördüğümüz yürüyüş turu 2 saatten fazla sürdü. önce buckhingam sarayında muhafız değişim törenini izledik (ya da rehberimiz david'in dediği gibi 15 dakika boyunca insanların enselerine baktık, inanılmaz bir kalabalık vardı çünkü)
daha sonra geze geze trafalgar meydanına gittik ve en son westminster abbey'le big ben'in oralarda turu bitirdik.
benim için bir sonraki istimaket en çok övülen yerlerden biri olan camden oldu.
metro istasyonundan çıkınce hemen sağda camden market'i gördüm, içeri girip gezdiğimda aklımda 'hmm bu muymuş' diye bir düşünce uyandı, çünkü kadıköy ve atlas pasajında bulunabilecek hafif alterno giysiler dışında pek birşey yoktu.
cadde üzerindeki mağazaların ilginç dış cephelerine bakarak ilerlerken asıl camden market'i buldum. diğeri taklidiymiş diye rahatadım. nehir kıyısındaki açık alanda yüzlerce minik kulübede satılan takı, aksesuar, çanta, giysi gibi binlerce şey var. kimisi bir milyona çin malı satan dükkanlarda rahatça bulunabilecek şeyler, bazıları da özel el yapımı tasarımlardı.
hala çok da etkilenmemiş bi biçimde gezime devam etmeden önce nehir kıyısındaki motorsiklet arkası biçimindeki sıra sıra dizilmiş oturma yerlerine kendimi yerleştirerek 4 pound'lık açık büfe çin yemeğiyle beslendim.
camden'ın asıl bombası yolun karşısındaki Stables Market imiş meğerse...
İçinde rahat rahat kaybolacağın bir mağazalar labirentinde rahat rahat saatler harcanabilir. Tabii harcanacak paradan bahsetmeye bile gerek yok. Vintage, gotik, punk, rave, retro ne ararsan var. Özellikle vintage olanlar süperdi. Ne yazık ki hiçbirşey alamadan Camden'a hoşçakal demek zorunda kaldım. Çünkü günün ikinci turuna katılmak için David'le yeniden buluşmaya az bir zaman kalmıştı.